Novosibirsk, Rusya Federasyonu’nunda, Moskova’nın 2000 km doğusunda bulunan bir kent. Aynı zamanda Sibirya Bölgesi’nin de başkenti olan, Obi Nehri kıyısındaki Novosibirsk, Moskova ve St. Petersburg’tan sonra Rusya’nın üçüncü büyük şehri olma özelliğini de taşıyor. 1893’de, Transsiberian diye adlandırılan ve Avrupa Rusyası’nı Pasifik sahiline bağlayan demiryolunun şantiyesi olarak kurulmuş.
Bu demiryolu Rusya’nın emperyal emellerinin bir parçası olarak inşa edilmiş. 9289 km uzunluğunda. Türkiye’deki tüm demiryolu şebekesine yakın bir uzunluk. Oldukça zorlu bir inşaat süreci sonucu gerçekleştirilen bu hattın inşası esnasında, pek çok büyük nehri de aşmak gerekmiş. Bunlardan biri de Obi. Şantiyelerden biri de, işte bu nehrin aşılması için yapılması gereken büyük bir köprünün yakınına kurulmuş.
Geniş bir alana yayılan bu kente ben 18-21 Mart 2013 arasıbir iş için gitmiştim. Novosibirsk Tolmachevo Havalimanı’nda (OVB) bulunan uçak bakım tesislerinde, Ural Havayolları filosunda uçan bir A321’in C- Bakımı yapılmaktaydı ve uçak o sıralar danışmanlığını yapmakta olduğum, Türklere ait bir Rus firması bünyesindeydi. Uçak daha önceden bir ufak kaza geçirmiş olduğundan arka bagaj kapısının da değişmesi gerekiyordu. Bakımın ve tamirin gelişiminin yönetim tarafından gözlemlenmesi gereksinimi doğmuştu.
Seyahate , Türkiye’de teknik bakımın duayenlerinden, THY eski genel müdürlerinden Sayın Yusuf Bolayırlı da katılmıştı. (Yusuf Bey, meslek olarak uçak mühendisi olup, genel müdür olmadan önce uzun yıllar THY teknik bölümünde çalışmış, THY’de teknikten sorumlu genel müdür yardımcılığı yapmıştır.)
Grubumuza, danışmanlığını yaptığım şirketin teknik müdürü, Dmitry Arkiphov da Novosibirsk’te katılacaktı. Sanırım, Dmitry aslen Novosibirsk’liydi. Kendisinin işe alım sürecinde bulunduğumdan, işe kabul edildikten sonra birkaç gün izin isteyip Novosibirsk’e gittiğini, bütün eşyalarını toparlayıp Transsiberian Ekspresi ile Moskova’ya döndüğünü hatırlıyorum.
Akşam 20:00’de Atatürk Havalimanı’ndan kalkan, bizi OVB’ye götürecek olan THY’nin B737-800 uçağı tamamen doluydu ama Yusuf Bey ve benim dışında tüm yolcular, İstanbul’a alışveriş için gelen Rus hanımlardı. Altı saat civarında süren uçuşta dört zaman dilimi aşıldığından, yolcular açısından uçuşu izleyen günlerde jet-lag’in etkisinin biraz sert geçtiğini de bu arada vurgulayayım.
Sabah yerel saatle 06:00 civarında Novosibirsk üzerine vardığımızda, mehtap ve karla kaplı doğa nedeniyle aşağısı ilginç bir görünüm arzediyordu. Tamamen donmuş haldeki bir coğrafyanın ortasında Obi Nehri buzdan bir pist gibi uzanıyordu. Ormanlık alanlar ise daha yeşil bir görüntü sunuyordu.
Ekiplere veda ederek uçaktan ayrıldık. Kabin ekipleri aynı sabah geri uçacak, Uçuş ekipleri ise havalimanının hemen yanındaki kutu gibi bir otelde, birkaç gün sonra yapılacak bir sonraki uçuşu bekleyecekti. O zamanlar THY OVB’ye haftada üç kez uçuyordu. Günümüzde artık uçmuyor. Aynı uçakla geri dönecek kabin ekibi de, kentle hiç bir bağlantısı olmayan ve oldukça uzakta olan havalimanında birkaç gün geçirecek olan uçuş ekibi de mutsuzdu. Eski genel müdürlerine epey bir dert yanmışlardı.
Bizi Dmitry terminalde karşıladı. Direksiyonu sağda olan bir Japon arabasıyla şehre doğru yollandık. Rusya’nın doğusunda ikinci el Japon arabaları, ucuz ve dayanıklı olduğundan çok popülermiş ve Japonya’da direksiyon solda olduğundan buralarda da hem sağ, hem sol direksiyonlu arabalar görmek mümkünmüş.
Kent merkezindeki Azimut Otel’e yerleştik. Sovyet döneminde yapıldığı anlaşılan otel, özel sektör yönetiminde standardını bir miktar yükseltmiş gibi görünüyordu ama Moskova’daki lüks otellerle yakından uzaktan alakası yoktu. Transiberian’la Moskova Vladivostok arasında turistik bir seyahat yapan bir arkadaşımdan, kentin civarında oldukça lüks bir otel olduğunu da sonradan öğrendim.
O günü jet-lag’in de etkisiyle dinlenerek geçirdik. Öğle vakti otelden çıkıp civarda biraz dolaştık. Yakınlarda, Obi Nehri’ni aşan Ekim (Oktyabrsky) Köprüsü ve tren istasyonu vardı. Yerler on santim kalınlığında buz ile kaplıydı. Daha sonra Dmitry’den öğrendiğimize göre, Sibirya’ya kar genelde Ekim-Kasım aylarında yağarmış. Daha sonra ısı iyice düşünce kar yağışı durur, sonbaharda yağan kar da zeminde donup, taşlaşarak bahara kadar kalırmış.
Isı Mart ortası olmasına rağmen öğlen vakti -11*C idi. Tren istasyonuna ulaştık ve içeri girdik. O sırada Vladivostok’tan gelen ve Moskova’ya gitmekte olan Transsiberian Ekspres’i de tesadüfen perondaydı. Biz de daha yakından görmek için Yusuf Bey’le perona indik.
Gezi amaçlı olarak trenle Moskova-Vladivostok arası seyahat etmiş olanlarınız olabilir. Bu seyahatleriniz, ya turistik amaçlı özel trenlerle olmuştur, ya da standart ekspresin sonuna eklenmiş lüks bir vagonla. Ayrıca, gezinizini yaz aylarında yapmış olmanız çok muhtemel.
Ancak, gördüğüm kadarıyla, bu tren yolculuğu turistin gezilerde yapılandan oldukça farklı. Uçak yolculuğuna parası yetmeyenlerin, çok miktarda bagajla bir kentten başka bir kente göç edenlerin veya uzun süreliğine yeni görev yerlerine gidenlerin kullandığı bir ulaşım aracı bu tren. Ayrıca izne giden veya dönen askerler de kullanıyor. Vagonların buzlanmış camlarından içeriye baktığınızda, yorgun, bitkin, dünyaya umutsuzca bakan, daha çok erkeklerden oluşan yolcuların kompartmanları doldurduğunu görüyorsunuz. Yolculara ek olarak, kompartmanlar tıka basa bavulllar ve denklerle dolu. Her kompartmanın ortasında kömür ateşi ile yanan bir ocak var ve ocağın üstünde bir semaver. Sürekli çay demleniyor.
Transsiberian Ekspres’i, çarlık döneminden beri Rusya’nın ulaşımda belkemiğini oluşturmuş. Tek hat olduğundan ve yaz kış hiç aksamadan çalışması gerektiğinden dakikliğine çok önem veriliyormuş.
Ertesi günden itibaren, Dmitry ile birlikte Ekim Köprüsü’nden geçerek Havalimanı’na gitmeye başladık. Terminal yakınlarındaki hangarda uçağın bakımı yapılıyordu. Oldukça eski bir binaydı. Ağırlıklı olarak tuğladan yapılmıştı. Dışarısı çok soğuk olduğundan, gerekmedikçe hangarın kapısı açılmıyordu.
Bu vesileyle hangarın hikayesini de öğrenmiş oldum. Bu bina ve ikizi, Hitler Almanyası döneminde Almanca adıyla Danzig, bugünkü Lehçe adıyla Gdansk olan şehirde denizaltı bakım üssü olarak yapılmış. Sovyet işgali sonrasında sökülerek savaş ganimeti olarak Sovyetler Birliği’ne götürülmüş. Bir tanesi Novosibirsk Havalimanı’nda uçak bakım tesisi olmuş, diğeri ise Vladivostok’a götürülerek Sovyet Pasifik filosunun hizmetine verilmiş. Yani içinde bulunduğumuz hangar bir savaş ganimetiydi.
Lisedeki Alman hocalarımdan Herr Stolzenberg, Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı döneminde yaşadığı büyük yıkımın savaş esnasındaki hava bombardımanlarından olmadığını, asıl yıkımın savaş sonrası, özellikle Ruslar tarafından yapıldığını anlatmıştı. Tüm makine, teçhizat, bazı binalar, çift hat olan demiryollarının bir hattı sökülerek, SSCB’ye taşınmış. Pek çok bilim insanı da zorla Rusya’ya götürülmüş. Tabii daha az oranda olsa da ABD’nin ve müttefiklerinin de Almanya’nın talanında rol oynadıklarını unutmamak gerekir. Onlar da bilim adamları, teknoloji, patent gibi konularda Almanya’yı yağmalamışlar.
İstanbul’a dönmeden önce Yusuf Bey’le şehirde bir yürüyüş daha yapma olanağı bulduk. Hava buz gibi ama kuru ve güneşliydi. Sibirya’nın ortasında on yıllarca önce yapılmış görkemli binalar ve en önemlisi, bir şantiye olarak kurulmuş tundranın ortasındaki bu kentte etkileyici bir opera binası ile karşılaşmak beni çok şaşırtmıştı. Osmanlı’nın Anadolu’da çok az imar faaliyetinde bulunduğunu hatırlayınca çok üzülmüştüm. (Buna karşılık, Rus işgali sırasında Kars’a yapılan opera binası, şimdilerde hiç olmazsa otel olarak hizmet vermekte.)
Bir müzenin önündeki geniş bir meydana ise panolar yerleştirilmiş, Novosibirsk tarihi ile ilgili resimlere yer verilmişti. Bunlardan biri de yazının başında yer alan fotoğraftı. Ekim Köprüsü altından geçip, hemen ardındaki demiryolu köprüsüne çarpmamak için hızla yükselen bir Mig-17…
Olay 4 Ocak 1965’te sıcak bir günde, herkes Obi sahilinde güneşlenirken gerçekleşmiş. Pilotun adı Valentin Privalov. Privalov 20 yaşında Sovyet deniz havacılığında pilot olmuş. Teğmen olarak Baltık Denizi’nde görev yapmış. O nedenle genç yaşta su yüzeyine çok yakın uçma konusunda deneyim kazanmış.
Birkaç yıl sonra Privalov Sovyet Hava Kuvvetleri’nin Novosibirsk’teki Mig-17 filosuna tayin olmuş. İzinli olduğu yaz günlerinde ise sık sık arkadaşlarıyla OBİ kıyısında, köprünün hemen yakınındaki plaja gidermiş. Bu gezintiler esnasında Privalov’da köprünün altından uçarak geçme arzusu ortaya çıkmış ve bu arzu her geçen gün artmış. Ancak, tabii bu tür bir işi yapmak, tüm dünya hava kuvvetlerinde olduğu gibi büyük bir suçmuş. Bu riskli uçuşu gerçekleştirse bile sonsuza kadar uçmaktan menedilmek en büyük korkusuymuş. Hapse girmek de cabası.
4 Haziran 1965’te Privalov ve üç arkadaşına bulutlu bir havada, bulut içerisinde navigasyon amaçlı eğitim emri verilmiş. Kuleden, buluttan çıkıp alçalma talimatı verildiğinde, Privalov birden aşağıda köprüyü görmüş ve adeta kendini kaybetmiş. Deniz üstü eğitiminin verdiği güvenle uçağının en iyi kontrol edilebildiği 700km/h hızla su yüzeyinin sadece bir metre üzerine kadar alçaltmış ve 30 metre yüksekliğinde, 120 metre genişliğindeki köprü kemerinin altından geçmiş. Daha sonra, yakınlarda olan demiryolu köprüsüne çarpmamak için, yüksek bir açıyla hızla tekrar yükselmiş.
Sahilde olayı gören, önce pilotun intihar etmeye çalıştığını düşünen, büyük panik yaşayan halktan olay hızla kente yayılmış. Privalov ve diğer üç pilot derhal tutuklanmış. O sıralar eski bir savaş uçağı pilotu olan Sovyet Hava Kuvvetleri komutanı Mareşal Eugene Savitsky, tesadüfen Novosibirsk’te bir uçak fabrikasını ziyaret ediyormuş. Privalov o akşam tutuklu olarak mareşalin önüne çıkarılmış ve Sovyet Hava Kuvvetleri’nin en yüksek kademedeki komutanından ciddi bir azar işitme şerefine nail olmuş.
Ancak, azar bittikten sonra odayı terkeden Privalov’un yanına mareşalin maiyetindeki iki subay yaklaşmış ve merak etmemesini, olayın tatlıya bağlanacağını iletmiş.
Bir hafta sonra Privalov’un uçuştan men edildiği ve tutuklandığı filoya Moskova’dan, Savunma Bakanlığı’ndan bir mesaj gelmiş. Privalov’un o ana kadar aldığı cezanın yeterli bulunduğu tebliğ edilirken, ayrıca kendisine on günlük bir izin verilmesi isteniyormuş. Uçmasına da tekrar izin verilen Privalov’a özel bir ortamda, mareşalin yaptığından gurur duyduğu iletilmiş. Hemen arkasından Privalov’un Moskova’ya, Sovyet hava akrobasi timlerinden birine tayini çıkmış.
Privalov’un Mig-17 ile köprünün altından geçişini gösteren fotoğraf ise aslında bir fotomontaj. Aniden gelişen olayın o zamanın şartlarında fotoğrafı çekilmemiş olduğundan, bu resimle o anki sahne insanların gözünde canlandırılmak istenmiş.
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.