Cusco’da geçirdiğimiz keyifli bir akşamdan sonra güneye doğru yola çıktık. Altı saatlik bir yolculuktan sonra Titicaca Gölü kıyısındaki Puno kentine ulaşmayı hedefliyorduk. Yolda ilk önemli durağımız Raqchi oldu. Burası, Inka döneminde Cusco’dan başlayan İnka yollarının önemli bir kontrol noktasıymış. İnkalar’dan önce burada yer alan bir köyü İnkalar bir savunma kentine dönüştürmüş. Ören yerindeki en önemli yapı Wiracocha tapınağı. Diktörtgen tarzında inşa edilen yapının çatısı 92 metreye 25.5 metre, yani 2346 metrekare. Çatının ortasında yükseklik 20 metreye kadar ulaşıyor. İlginç olan, çatıyı bu yüksekliğe ulaştırabilmek için altına bir duvar örülmüş olması. Yani binanın tam ortasından geçişlere izin veren kapılar ve pencerelerin olduğu bir duvar geçiyor. Çatı ise pek çok İnka yapısında olduğu gibi sazlarla kaplıymış.
Raqchi’nin bir özelliği de yüksek sıcaklıkta dumansız fırınlama ile üretilen toprak kaplar. Aldığımız iki çanağı evimizdeki yemekli davetlerde severek kullanıyoruz.
Raqchi’den sonra yol üzerinde bir ufak kasabada durduk. Adı Sicuani, denizden 3534 metre yüksekte. And Dağları’nın bu yüksek platolarına İspanyolca altiplano deniyor. Bu bölgelerde daha çok Ayamara ve Quechua halkları yaşıyor. Sert hava koşulları nedeniyle patates, kinoa ve koka dışında pek bir şey yetişmiyor. İnsanlar da oldukça yoksul.
1960’ların sonunda Peru Komünist Partisi’nden ayrılıp Peru Hükümetleri’nin başına uzun süre ciddi sorunlar çıkaran Sendero Lumisino (Aydınlık Yol) gerillaları bu yoksulluk nedeniyle buralarda güçlü bir taban oluşturmuş. Ancak alınan askeri ve ekonomik tedbirler sayesinde artık bir etkinliği kalmamış.
Sicuani’de pazar yerinde biraz gezinip yolumuza devam ettik. Daha sonra Pukara’da durduk. Burası İnka döneminden kalma bir kalesi olan ufak bir şehir. Pukara’da yol üstünde öğle yemeği yedik. Yemek esnasında restoranın önce mutfağına girip yiyecek bakan daha sonra da masamıza kadar gelen bir alpaka günün en ilgi çekici olayını gerçekleştirmiş oldu.

Yolculuğumuzda bir sonraki durağımız Sillustani olacaktı. Burası kule mezarlarıyla tanınan bir yer. Ayamara kökenli Cola halkı tarafından yapılan bu mezarlar, daha sonra İnkalar tarafından devralınmış ve soyluların mezarları olarak kullanılmış. Ancak, Türk rehberimiz zamanlamayı iyi ayarlayamadığından, Umaya Gölü’nün kıyısında bulunan bu ilginç yere ancak karanlıkta ulaşabildik. Ay ışığında kuleleri hayal meyal görebildik.

Gece saat 22:30 civarında, Silustani’den 35 km uzaklıkta, Titicaca Gölü kıyısındaki Puno’ya ulaşabildik. Burada konaklayacağımız yer de Cusco’daki gibi bir Libertador oteliydi. Hafif bir şeyler yiyip hemen yattık, zira sabah çok erken kalkıp, gün doğumunda Titicaca üzerindeki sazdan yapılmış yüzen adaları görmeye gidecektik. O gün aynı zamanda benim doğum günüm idi.
Doğum günümde başımızdan geçen heyecanlı olayları daha önce 6 Haziran 2021 tarihinde yayınladığım ‘Bolivya’da Bir Doğum Günü’ isimli yazımda anlatmış olduğumdan burada tekrarlamayacağım. Ancak merak edenler veya unutanlar için aşağıda yazının link’ini veriyorum.
https://haber.aero/yazarlar/alper-elicin/bolivyada-bir-dogum-gunu/
Oldukça maceralı, hatta ölüm riski taşıyan 49. yaş günümün gecesi La Paz’a vardık. Ertesi sabah programda Twianaku ören yerini gezmek vardı. Ancak bugün hala iktidar mücadelesi veren Evo Morales’i destekleyen koka üreticisi yerli halk kentin etrafını kuşatmış olduğundan Twianaku’ya gidemedik. Kent son araştırmalara göre MS 110’da kurulmuş. Yani burada İnkalar’dan çok daha eski bir medeniyet yaşamış.

Tiwanaku’yu görememek benim için bir hayal kırıklığı oldu, ancak dünyanın ilginç yerlerine gittiğinizde, zaman zaman planların dışına çıkmak kaçınılmaz oluyor.
La Paz’da konakladığımız gün kentin güneyindeki Ay vadisine (Valle de Luna) gitme olanağımız oldu. Yollar o bölgede Morales’in destekçileri tarafından biraz daha güneyde kapatıldığından şanslıydık. Ay vadisi jeolojik formasyon nedeniyle ilginç bir görüntü arz ediyor. Hatta çok zorlarsanız biraz Kapodokya’yı andırıyor diyebilirsiniz.

İrtifa La Paz’dan epey aşağıda bulunduğundan ve nefes almak da daha kolay olduğundan bu bölgeye Avrupa kökenli zengin Bolivyalılar yerleşmiş. Ancak, bu konutlar nedeniyle vadinin doğal yapısı epey bir hasar görmüş. O zaman nasıl böyle bir şeye izin verilir demişken, şimdi Kapadokya’da benzeri işlerin yapıldığını görüyoruz. Gerçekten çok üzücü…
La Paz’da öğleden sonra dolaşma olanağımız da oldu. Kentin bulunduğu vadinin doğu yamacının güvenli olduğu söylendi. Biz de rehberimiz eşliğinde İspanyol mimarisinin ağırlıklı olduğu, nüfusun ise İspanyol ve Alman/Avusturya kökenlilerden oluştuğu bu bölgeyi gezdik. Cumhurbaşkanlığı, parlamento ve diğer önemli binalar hep bu taraftaydı. En dikkat çekici yer ise Plaza Murillo’ydu. Adını Bolivya’nın bağımsızlık mücadelesinin öncülerinden Pedro Domingo Murillo’dan almış. Bolivya’nın fiili başkenti La Paz olduğundan, tüm önemli binalar bu meydanın çevresindeydi. (Resmi başkent aslında Sucre) La Paz’ın politik ve tarihi merkezi olan bu meydanın ortasında Murillo’nun bir heykeli, kaidesinde ise ‘GLORIA’, yani “zafer” sözcüğü yer alıyordu. 1809’da öldürülen Murillo’nun ‘yaktığım meşaleyi kimse söndüremeyecek’ sözleri gerçekten ölümsüzleşmiş, Bolivya da bağımsızlığını kazanmış. Meydanda geleneksel devlet başkanlığı konutu ve ofisi de bulunuyor. Ancak, Yanmış Saray olarak isimlendirilen bu bina artık bu görevi ifa etmiyor. Yeni başkanlık binası başka bir yerde inşa edilmiş.

Bolivya İspanyollar zamanında altın ve gümüş madenleriyle çok meşhurmuş. Potosi kenti de bu kıymetli madenlerin çıktığı bölgenin merkezindeymiş. Buradan çıkarılan cevher gemilerle Avrupa’ya ve Uzakdoğu’ya ihraç edilirmiş.
Benden bir yıl sonra Bolivya’ya giden bir arkadaşım, ortalık sakinlemiş olduğundan Potosi’deki 10,582 kilometrekarelik dünyanın en büyük tuz düzlüğünü (Salar de Uyuni) ve Uyuni kasabasının hemen dışındaki tren mezarlığını da gezebilmiş. Tuz gölünün en büyük özelliği yağmur döneminde üstünü kaplayan ince bir su tabakasının oluşmasıyla doğal bir aynaya dönüşmesi.

Tren mezarlığı (El Cementerio de Trenes) tuz düzlüğünün hemen kıyısında ve Uyuni kasabasının 3 kilometre güneyinde. Burada 19. yüzyıl sonlarında ve 20. yüzyılın ilk yarısından kalma yaklaşık 100 adet lokomotif ve vagon hurdası varmış. Bu lokomotifler Potosi ve civarındaki cevherin Şili limanlarına taşınmasında kullanılmış. Maden sektörü çökünce tüm lokomotif ve vagonlar çürümeye terkedilmiş. Potosi’deki zengin gümüş madenlerinin en yoğun olarak çıkarıldığı 17.yüzyılda kentin nüfusu 150-200 bine kadar çıkmış. O dönemde Potosi Londra ve Paris’le birlikte dünyanın en kalabalık kentlerinden biriymiş.

Bolivya gezimiz La Paz’ın kuzey doğusundaki gecekondu kent El Alto’daki havalimanından Lima’ya yaptığımız uçuşla sona erdi. El Alto Havalimanı dünyanın rakımı en fazla olan uluslararası havalimanlarından biri. 4000 metre uzunluğundaki pist denizden 4061 metre yükseklikte. Rakım nedeniyle havanın daha az yoğun ve oksijen miktarının daha düşük olması, bu havalimanından kalkan uçakların motorlarının aynı tip uçaklarda kullanılan motorlardan çok daha güçlü olmasını gerektiriyor. Aynı nedenlerle pist de çok uzun.
Lima’da geçirdiğimiz son gün polisin aldığı güvenlik tedbirler altında kent merkezindeki arkeoloji müzesi, ana meydanda yer alan katedral ve San Francisco Kilisesi gibi önemli yerleri gezebildik. Kilisenin mahzeninde iskelet artıklarıyla oluşturulan mezarlık ürkütücüydü. Bu 16-18. yüzyıldan kalma katakompta 25 bin kişinin kemikleri varmış. Cennete gitme beklentisiyle kiliseye yüksek bağış yapanlar buralara gömülme hakkını elde ederlermiş. Dünyada en fazla insanın kemiği 6 milyon adetle Paris’teki katakomplarda bulunuyormuş. Ayrıca Çekya’nın farklı iki kentinde ve Roma’da papazlar bu gelir kaynağını ihmal etmeyerek katakomplar inşa etmişler.

Lima’da ilgimi çeken bir diğer yer ise bir müzedeki seramik heykelcikler oldu. Peru’nun kuzeyinde yapılan kazılarda bulunan ve renklerini hiç kaybetmemiş bu heykelciklerin ayrı bir salona yerleştirilmiş olanlarındaki seks pozisyonlarının bazılarını sanırım günümüz insanı hala geliştirememiş. Bu bibloların fotoğraflarını muzur neşriyat kapsamına girmemek için yazıma koymuyorum, merak edenler bir zahmet Lima’ya kadar uzanıversin artık.
İzleyen gün başlayan dönüş yolculuğumuz yine Bonaire, Amsterdam üzerinden KLM ile oldu. Gidişten tek farkı Amsterdam havalimanında başta uzman köpekler olmak üzere, uyuşturucu taşıma olasılığımıza yönelik çok ciddi şekilde aranmamız oldu.
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.