Kyoto Japonya’ya bir zamanlar başkentlik yapmış bir şehir. Kamo-koido nehri kenti kuzeyden güneye 2/3-1/3 oranında kabaca ikiye bölüyor. Şehrin büyük kısmı nehrin batısında. Genellikle ahşap binalarla donatılan her Japon kenti gibi Kyoto da İkinci Dünya Savaşı esnasında Amerikan bombardımanları esnasında neredeyse tamamen yanmış. Kentin asıl merkezini oluşturan batı kesimi tamamen kül olmuş. Ancak, nehir sayesinde kentin 1/3’lük doğu kesimi yangından kurtulmuş. Günümüzde nehrin batısında kalan bölgede da pek çok tapınak ve saray var ama bunların hemen hemen hepsi sonradan aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. En bilineniyse Altın Tapınak.
Biz de o nedenle kentin doğusunu da gezmeye karar verdik. Kent planını incelediğimizde Kamo’nun doğu sahilinde kuzeyden güneye yürüyebileceğimiz uzun bir patika olduğunu fark ettik. Adı da Filozoflar Yolu’ydu. Eskiden bu yol üzerinde filozoflar küçük guruplar halinde hem yürüyüş yapar, hem de felsefi tartışmalarda bulunurlarmış.
Otelin resepsiyonundan aldığımız bilgiye göre Filozoflar Yolu’nun başına ulaşmak için otelin hemen önünden 42 numaralı otobüse binmemiz gerekiyordu. Durağa gelmemizden biraz sonra beklediğimiz otobüs geldi; tıka basa dolu ve aslında bir midibüs… Durakta İngilizce bilen bir Japon bize, ücretin gideceğimiz mesafeye göre inerken kumbaraya nakit olarak atılacağını söyledi. Durakta ve midibüste açıklamaların hepsi Japon karakterleriyle yazıldığından anlama şansımız yoktu.
Midibüse bindiğimizde şoförün yanında iniş kapısına doğru tavandan sarkan kocaman bir dikdörtgen tabela olduğunu fark ettik. Midibüs ilerledikçe mekanik bir hesap makinesini andıran tabelada yeni bir dizi rakamlar ortaya çıkıyordu. İnternet’te gördüğüm kadarıyla bu tabelalar şimdi dijital hale gelmiş ama yine tamamı Japonca. Bu rakamlar bindiğiniz durakla gelinen durak arasında oluşan ücreti gösteriyordu. Ücreti de tam ve nakit olarak hemen altındaki kumbaraya atmamız bekleniyordu. Yanımızda bol miktarda bozuk para vardı ama matriks şeklindeki tabelanın yatay ve dikey kenarlarındaki durak isimleri Japon karakterleriyle yazılı olduğundan bindiğimiz durağı da ineceğimiz durağı da saptamamız olası değildi. Kalabalık olan midibüste belki 1-2 İngilizce bilen vardı ama nasıl bulacaktık? Üçümüzü de sıkıntı basmıştı.
Bir süre sonra durakta konuştuğumuz adam bize nazikçe seslendi ve ineceğimiz durağa geldiğimizi söyledi. Meğer o da aynı midibüsteymiş. Büyük bir rahatlama hissettik. Kumbaraya ne kadar para atacağımızı da gösterdi ve kazasız belasız araçtan indik. Arkamızdan o da indi. Kendisine çok teşekkür ettik ve kent planına bakarak Filozoflar Yolu’nun başlangıcına doğru yürümeye başladık. Tam o sırada bizimle aynı durakta inen bu adamın yolun karşı tarafına geçerek ters istikamette giden 42 no’lu bir başka midibüse bindiğini gördüm. Anladık ki adam sırf bizim için o durağa kadar gelmiş ve bize yardım ettikten sonra geri dönüyordu…
Kyoto’yu takiben VIII. Yüzyıl’da Japonya’ya başkentlik yapmış bir başka şehir olan Nara’yı gezdikten sonra akşam üzeri Shinkansen ile Tokyo’ya geri döndük. Ertesi sabah Japon demiryollarından satın aldığımız tur paketi sona eriyordu ama biz üç gün daha Tokyo’da kalacaktık. Eşimin küçük kardeşi o dönemler işi gereği sık sık Japonya’ya seyahat ettiğinden bize Tokyo’nun kuzey mahallelerinden İkeburuko’da fiyatı biraz daha ehven başka bir otel tavsiye etmişti. Otel bir Amerikan zincirine aitti. Tokyo’nun merkezindeki otelimizden çıkıp bavullarımızı çekerek metro istasyonuna yürüdük. Neyse ki bulunduğumuz yerden İkeburuko’ya aktarma yapmadan gidilebiliyordu.
Tokyo yabancılara daha alışık bir kent. O nedenle 18 milyonluk şehrin hiç olmazsa merkezindeki metro bileti otomatlarında İngilizce açıklamalar da vardı. Talimatları dikkatlice takip ederek biletimizi aldık. Ancak, yine hemen vurgulayayım ki, birileri gerektiğinde bizim yardımımıza koşmak için geri planda bekliyordu. Biz bilet almayı becerince hemen uzaklaştılar.
Tren oldukça kalabalık, yol da yarım saatten uzundu. Ayakta bavullarla yolculuk etmeye başladık. O sırada 35-40 yaşlarında bir adam oturduğu koltuktan kalkarak eşime yer verdi ve bu arada oldukça düzgün bir İngilizceyle konuştu. Biraz sohbet ettik. O da İkeburuko’ya gidiyormuş. Sohbet esnasında kalacağımız otelin adını da kendisine söyledik. O da ‘İstasyondan yürüyüş mesafesi’ dedi. İstasyonda birlikte çıktık. O sırada adam izin isteyerek eşimin bavulunu kapıp kendisini takip etmemizi söyledi. Bizden hızlı yürüdüğünden istasyonun kalabalığında kendisini izlemekte zorlanmaya başladık. Hatta bir süre sonra bavulu çalıyor galiba diye endişelenmeye başladık. Ancak koşuşturma bir on dakika sonra bizim otelin giriş kapısında sona erdi. Kapıdaki personel neredeyse başları yere değecek kadar eğilerek adamı selamladılar ve elindeki bavulu aldılar. Ardından biz de selamlandık ve diğer bavulu ve el çantalarımızı personele teslim ettik.
Adam resepsiyonda check-in işlemlerimizi de bizzat takip etti. İşimiz bitip anahtarlarımızı aldıktan sonra kendisine tekrar tekrar teşekkür ettik. O da sonunda bize ‘Ben bu otelin genel müdürüyüm, misafirin en iyi hizmeti görmesi benim de görevim’ dedi. Metroda tesadüfen otelin müdürüyle tanışmıştık yani…
Tokyo da İkinci Dünya Savaşı esnasında yoğun bombardımanlara uğramış. Ahşap kentte sadece bir iki mahalle yangınlardan kurtulmuş. Eski Tokyo’yu biraz olsun hissedebilmek için biz de bunlardan birine gittik. Nezu adı verilen bu mahallenin dar sokaklarında dolaşırken züccaciyeye benzer, biraz da antikacı izlenimi veren bir dükkanın önüne geldik. Dükkanın işletmecisi yaşlı bir kadındı. Galiba binanın üst katında da yaşamını sürdürüyordu. Sattığı ilginç porselen incik boncuk arasından bir porselen çay takımı beğendik. Güzel bir çaydanlık ve fincanlardan oluşuyordu. Ancak fincan adedi sadece beşti. Takımın altıncı fincanı yoktu. Herhalde biri kırılmış beş tane kalmış diye düşündük. Altı fincanlı benzer bir takım olup olmadığını öğrenmek istedik. Fakat doğal olarak Japonca’dan başka bir dil bilmediğinden anlaşmakta zorlandık. O bize fiyatı söylerken biz ise altıncı fincanı tamam olan bir takım olduğunu sormaya çalışıyorduk.
Bu sağırlar diyaloğu, bizim kadının kendisiyle pazarlık yaptığımızı sandığını fark etmemizle sona erdi. Kadın alışık olmadığından pazarlık yaptığımızı düşünerek çok sıkılmıştı. Neyse durumu fark edince borcumuzu ödedik ve beşli takımı aldık. Bugün evimizde hala kullanıyoruz. Ha bu arada bilmeyenlere bir açıklama, Japonlar batıl inançları nedeniyle 4, 6 ve 9 rakamlarının ölüm, acı, ıstırap getireceğine inanırlarmış. Özellikle 4 ve 9 uğursuz gelirmiş. O kadar olmasa da 6 rakamından da kaçınırlarmış. O nedenle çay takımları hep 5 veya 7 fincandan oluşurmuş. Ben de bu güzel takımı aldıktan sonra bu bilgiye sahip oldum. Yani bizim takım tamammış.
Gezimiz esnasında bir günü de, yazımın başında belirttiğim gibi, okuduğum kitaptan öğrenmiş olduğum eski posta istasyonu Magome köyüne ayırdık. Bu sayede uluslararası turizme açılmamış bir Japon yerleşkesi görebilecektik.
Bu kez normal trenlerle bir de aktarma yaparak Tokyo’dan Magome’ye ulaştık. İstasyondan bedava olduğunu öğrendiğimiz bir midibüsle bir yamaçta bulunan köye ulaştık. Köyde kimse Japonca dışında dil bilmiyordu. Buna rağmen Tarzanca ile çok iyi anlaştık. Hatta köylü boş zamanlarında pandomim yaparak mı vakit geçiriyor diye düşünmeden edemedim.
Magome, daha önce de değindiğim gibi, Kyoto ile Edo (Tokyo’nun eski adı) arasında bir yer. Japonya’nın modern yoğun metropollerinden çok farklı ve sakin bir yerleşke. Edo döneminden kalma birçok eski yapı ve taş yollar dikkati çekiyor. Yamaçta kurulu olduğundan yolların iki yanından sular akıyor. Belli yerlerde suyu yavaşlatmak için yapılan su terazilerinde ise 40 santim boyutunda üç dört balık mekan dar olduğundan dönerek yüzüyor. Herhalde balık hafızası yüzünden o daracık alanda yüzmekten bunalmıyorlar. Evlerin hemen yanlarında 30×30 metreyi aşmayan pirinç tarlaları var. Biz gittiğimizde hepsi yemyeşil ve su altındaydı. Bazılarında yaşlı kadınlar çalışıyordu.
Zaten köyde de neredeyse sadece yaşlılar vardı. Anlaşılan gençler çoktan büyük kentlere göç etmişti. Tamamen Tarzanca ile anlaşarak güzel bir gün geçirip akşam yoğun nüfusuyla bizi bekleyen Tokyo’ya geri döndük.
Tokyo’da bulunduğumuz sürece çok uzun mesafeleri yürüyerek kat ettik. Bir keresinde 38 kilometre yürümüştük. Bu yürüyüşleri yapabilmek için erken saatte otelimizden çıkıyorduk. Bir keresinde sabah 07:00’de yürümeye başladığımızda, önümüzde minnacık bir kız çocuğunun tek başına okula gittiğini gördük. Üzerinde de Japonya’da adet olduğu üzere lacivert bir bahriyeli üniforması vardı. Bu üniforma Japonya’da lise sonuna kadar kızlar tarafından giyiliyor. Sırtında da çantası vardı. Beş-altı yaşlarındaki bu kız 10 metre kadar önümüzde yürürken bir kavşağa geldik. Yaya geçidinin önünde kız önce durup yolu kontrol etti. Sonra, sürücülerin dikkatini çekmek için olacak, bir elini havaya kaldırdı ve karşıdan karşıya o şekilde geçti. Bu sayede boy dezavantajını biraz olsun azaltıp, görünürlüğünü artırdığını anladık.
O sırada karşı kaldırıma gözüm takıldı. Bizden bir 20 metre geride, sabah kıyafetiyle genç bir kadın kızı uzaktan takip ediyordu. Bu sayede öğretilenleri tam uygulayıp uygulamadığını gözlemliyor gibiydi. Bu izleme, kızın ilerde beliren otobüs durağındaki yaşıtı bir başka kızla neşe içerisinde buluşup otobüse binmesine kadar devam etti.
Aslında Japonya hızla yaşlanan bir nüfusa sahip. O nedenle hiç istememelerine rağmen Güneydoğu Asya’dan kontrollü bir şekilde göçmen kabul etmeye başlamışlar ama, asıl kurtuluşları yapay zeka ve robot kullanımıyla olacak gibi.
Japonya gezimiz oldukça kısa sürdü ama çok şey gördük ve öğrendik. Günün birinde Japonya’nın her geçen gün daha yozlaşan ve çürüyen toplumumuza örnek olması umuduyla anlatımımı ile sona erdiriyorum.
Yazarın Diğer Yazıları
Bu gönderi kategorisi hakkında gerçek zamanlı güncellemeleri doğrudan bildirim almak için tıklayın.